Bu Bir Doğum Günü Mesajıdır – Sibel Algan - MasterCamp

Bu Bir Doğum Günü Mesajıdır – Sibel Algan

İlâhi ilham!

 

Nedir, nerededir şu ilham dedikleri? Sadece bazılarına üflenen ilâhi bir mesaj mı? Başlarına nur gibi inen bir şey mi? Ah, o bazıları! Dünyaya lütufla gönderilenler. Yaratıcı insanlar, kaşifler, mucitler, sanatçılar. Kısacası seçilmişler! Bunların dışındakilere; bize yazık mı? Sakın ola bu sıfattaki insanları değersizleştirdiğim düşünülmesin. Taş olurum, olursunuz. İlhamın sözlükte  “gönüle doğma, kalbe gelme” gibi manaları var. Başa mı geliyor bu, kalbe mi; nereden buyur edeceğiz; mevzum bu.

 

Ne kadar uğraşsam olmayıp, sonra en “alakasız anda” yazabildiğim şarkıları; bir eğitim, toplantı ya da dost sohbeti esnasında nereden bildiğimi bile bilmediğim etkili cümleleri; bir durumu çözmek için bulduğum süper faydalı bir çözümü, evimdeki pratik buluşlarımı, basit icâtlarımı nereye oturtayım o zaman? Bunların en azından bir tanesini ve hatta çok daha fazlasını, kim yapmadı? Kimin aklına bir kez olsun, başkasının aklına gelmeyen bir şey gelmedi? Bir alışveriş merkezinde, herkes döner kapıdan geçmek için sıralanırken, yandaki kapıyı itip çıktığınız da mı olmadı?

 

İşte bunlar hep ilham! Kol geziyor, inanın. Fakat biz gözümüzde büyütmekten, ıskalıyor muyuz, nedir? Belki de ilham, “havada bulut, sen onu unut” bir durum değildir. Kimisinin tepesinde gezinen, kimisinin yöresine uğramayan bir şey değildir. Aklımıza bazen, başımızı bulutlara çevirmek gelmediğindendir. Bir dağın tepesindeyizdir belki; karşıda, ileride ya da hatta aşağıda duranı fark etmiyoruzdur. Bir kör noktada ısrar edip, biraz yana kaymıyoruzdur. Bir nehir kenarındayızdır, ne bileyim, bulutun sudaki aksini seçememişizdir. Hiçbir yerde değil de evdeysek, bir sabah camdan sızan loşunu da mı anlamıyoruz?  Hepsini geç, sadece bir kerecik de olsa, kendimizi bulutlarda hissetmedik mi hiç? Belki de bazen tam içinde duruyoruzdur. Baktığımız açıdan, görmüyoruzdur. Mevlam yağdırmıyorsa, yağmurdan kaçtığımız içindir.

 

 

İlham, ilahi bir olağanlıktır.

 

İlham olgusunu kutsuyorum evet ama olağanlaştırıyorum da. Ayıp mı bu? Yılmaz bir kalemden (er)doğan, tiyatro oyunundan da bilirsiniz: Hayatın içinde illa ki herkese “bir şeyhler” olur. Ama ilâhi bir mesaj olup olmaması, alana bağlı.  Alanın kabına bağlı!

 

Kimi durumla yüz yüze gelir, kimi yumruk yumruğa. Kimi “ne lâzım”, kimi “kim zâlim” diye sorar.  Kimi güçlenir, kimi sırtına yüklenir. Kimi hırs edinir; kimi azim. Kimi sebât eder, kimi inat. Kimi mevzuya uyanır; kimi bakakalır. Pas aynı pas; herkes topu kendi duygularına, deneyimine, hayat ya da kitabî bilgisine; doluluğuna ya da boşvermişliğine, özetle kolayına ya da gayretine göre alır. Herkes o güne kadar, bir şeylerin yere düştüğünü görmüştü mutlaka; ilham Newton’u mu seçmişti kafasına düştüğü rivayet edilen elmaya sövmeyip, “neden” diye sorması için? Neden duruma AH değil de, durum ona dANk etmişti? Maharet onda mı, geliştirdiği algılarında mıydı? Seçilmiş miydi, seçici mi?

 

İlham “doğru zaman” ve “doğru mekan”ın kesiştiği ilâhi bir AN meselesi ise eğer; yaratıcıların farkı, her zamanı bir yaratım zemini olarak görmeleri. Bir hareket olmadan, bereket olmadığına inanmaları. İnancı Hollywood’da ilah denince akla gelen, nitekim Tanrı’yı oynayan; Tanrı’nın Hikayesi ve Kozmoz belgesellerinin vazgeçilmez anlatıcısı Morgan Freeman’dan iyi anlatacak değilim. Geç yaşında gelen şöhretini bir röportajında; “Düştüğünüzde üzerinize basılması ya da atlanıp geçilmesi muhtemeldir. Ama siz doğrulmaya çalışırsanız, kaldırmak için mutlaka bir el uzanır.” sözleriyle anlatmıştı “free” man. İstediğini olmakta “serbestsin”, sana bağlı. Eğme başını, doğrul…

 

Yaratıcılık çabası; ilham cabası…

 

Bazıları dâhidir. Buna itirazım olamaz; itirazım, bunun bir seçilme, seçilmeme mevzusu olmasına. Eğer bu işler sadece dâhilere özgü olsaydı, göçebe kervanların binek hayvanlarında sallana sallana kıvam alan sütü, biri çıkar “aa bu bozuk” diye atardı. Bugün iskenderin üzerine yoğurt diye konulup, yenilmezdi. Zaten biri de eti ateşin üzerine koymakla yetinmeyip; şişe geçirip ateşe dik pişirmeyi akıl etmemiş olurdu.

 

Kalbî bölgemize giriş yapan ilham, akıldan da çıkıyor demek ki. Akıl denince de beyni bir açmak lazım geliyor. Ben kendime kadar, bir bakıp, çıkıcam: Beyinde etki ve tepki merkezleri var. Acıkınca ye; tehlike varsa, sıvış ya da savaş. Ya da artık ne diyeyim, bir uyaran görünce seviş. Niye? Bu sayede yaşam devam etsin diye. Doğum, üretim, yaratım olsun diye. Bu, nörolojik tasarım bütün hareket eden canlılarda var ama düşünerek hareket eden insanın meraklı Nör(üy)onları arasında, idrak yolları var.  Algı arttıkça, seçiyor bir şeyleri; kurduğu ilişkiler ve dahi çelişkiler, yol- su -elektrik olarak geri dönüyor yaratıcılığa.

 

Yaratıcı insan algısı, hayatta en çok akla karayı seçiyor. Karaları birbirine bağlıyor. Birileri de aynı kara parçasından çıkmadı mı alemin dibini çekmek için; kara deliğe kadar yol var. O, sınır yok, biliyor. Düşüyor kara sevdasının peşine. Kara basıp, üşütüyor; DivAN döşek yanıyor. KarabasANlara inat, hayal kuruyor. Düşünde arıyor, buluyor, bile bile yoldan çıkıyor. Karadeniz’e gidecekken, An’kara’ya varıyor. Tabii ki orada beklenmiyor. Bildiği her şeyi bildiğini unutuyor. Çekiliyor aradan ki, tezahür etsin yaradAN. Doğrulup kara tahtaya, hikmetli bir nazım karalıyor: “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karANlıklar aydınlığa…”

 

Bir ilâhi anda kalbe doğmak için, çok uzun yoldan geliyor ilham dediğin. Pat diye gelmiş görünsede, “Neden”, “Neden olmasın?”, “Başka nasıl olur?” diye sora sora çok kafayı patlıyor. Mesele ediyor o ana gelene dek; ilhamın an meselesi olması bundan. Yani senin benim es geçtiğimiz kara, yaratıcının aklında aklanıyor. Bir sürü şekle bürünüyor. İlham kalbî bir buluş(ma) ise, yaratıcılık da aklın yeni fikir, anlam, fayda, çözüm, duygu ya da estetik arayışı. Şapka çıkartılan “ilâhi”, “kalbî”, “dâhiyane” yönlerimiz bile, üstüne bir şey eklenmeden, güzel ses çıkarmıyor.

 

Benzer şeyleri tekrar edip, farklı sonuçlar beklemek -gelmiş geçmiş en büyük dâhilerden- Einstein’a göre ahmaklık. Ağır konuşmuş! Ama gayret gerektiği doğru. Kafayı takmak, kafayı yormak; bazen bozmak bazen yapmak… Sonra yeniye yer açmak için boşaltmak; kafayı hep bu devirdaimle kullanmak… AN, her zamANın içinde dolaşıyor. Yaratım, ilhamın gelmesinden çok daha önce, başlıyor. Bazen bir merakla, bir istekle, bir aşkla ya da mecburiyetle.  Sonra yaratıcılığa ve yeniden ilhama dönenip duruyor.

 

Biz bazen, armudun pişip ağzımıza düşeceği ilahi anı tutalım derken, elmaları dalında çürütüyoruz. Bir üretim, bir yaratım, insanlık nezdindedir, değildir; bir ya da bin kişiyi bağlar, o ayrı. Fakat buna takılmak da ilhamın kışkışcısı! Dalları bizden yukarıda bir yerlerde görüyoruz. Bir ademin teki elmayı kopardıktan sonra bir insanlık tarihi yazıldı; yer çekimine aydık, elimize telefon ettik. Çok uzağa gitmeyin, bir anne turta yaptı, bir amca şekerini sattı; kaç nesil sevdik. Daha çok şey var yani büyük küçük demeden yapılabilecek…

 

Doğmanın kendisi lütuf, ağlanmayalım. “Ağlamak güzeldir” der ya her zaman Sezen, Ak Su gibi bir ses. Güzeldir; bir ınga nidasında ise… O bir doğma çığlığıdır. Tek bir “N” değiştirir her şeyi. Hiçbir ağlanma, o nidanın üstüne çıkamaz. Ölü doğar ya da uzun yaşayamaz.  Hepimizin doğum günü var değil mi? Bazılarımız unutuyor, bazılarımız saklayıp kendini kandırıyor. Neyseki bazılarımız hala kutluyor. Ama ne olursa olsun, insanın günü geliyor. Ben, tükenmez bir umutla, istisnasız herkesin gelecek doğum gününü şimdiden kutluyorum. İyi ki doğduk!

MasterCamp


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir